30 Kasım 2010 Salı

http://fizy.com/#s/1ainqg
Uzun zamandır yazamıyordum. Aslına bakılırsa aklıma bi dünya konu geliyor da ama okuduğum bloglar gibi yazamıyorum. Onlara gülüyorum eğleniyorum hoş vakit geçiriyorum onları okuyorum ama kendi bloguma baktığımda daha bi duygusal hava var. günlük yaşantımda oyle oldüm(ilk harfim çalışmıyor klavyede:)) bittim şakacı bi adam değilim ama yani ne bileyim biraz yazma aşkım şevkim mi kırılıyor.

Kıskanıyorum lan evet. Tüm o güzel yazan blogları kıskanıyorum acayip derecede hem de:)

17 Ekim 2010 Pazar

şimşek

Dün gece aniden şimşekler çakmaya başladı. Bir vurdu camlar sallandı. Ben mi? Hiç korkmadım tabi ki! Erkek adamkorkmaz, korkamaz ki:) Arkasından beş on dakikalık bir yağmur şıpırtısı. Evde derin bir sessizlik. Herkes uyuyor. Ben yağmurun ayak seslerini dinliyorum. Pencerenin kenarında duran yatağımdan hiç kıpırdamadan perdeyi kaldırıp bakıyorum. Damlalar karışıyor sokağın kirine pasına. Yıkıyor bütün tozunu. Kapatıp perdeyi sokuluveriyorum usulca yatağıma geri. Hafif bir tebessümle...

18 Eylül 2010 Cumartesi


Hz.Aişe Peygamberimizle yeni evlenmişti.Eşinin kendisini sevip sevmedigini merak etmekteydi ya da kendisini ne kadar ve nasıl sevdigini…Hz.Aişe bu düşüncesini Peygamber Efendimiz'le konusmadan edemedi:

“Ey Allah’ın Resulü beni seviyor musun?”
“Evet Ya Aişe tabi seviyorum!”
Aişe dahasını da merak ediyordu acaba nasıl seviyordu?Hemen sordu:

“Beni nasıl seviyorsun?”
Peygamberimiz sevgi şeklini tanımladı eşine;

“Kördüğüm gibi.”

Bu cevap Hz. Aişe’yi cok sevindirdi çünkü kördügüm açılamazdı.Açılmayan bitmeyen sırlı bir sevgi demekti. Alacağı cevap onu çok mutlu ettigi için Hz. Aişe sık sık sorardı:


“Ey Allah’in Resulü kördüğüm ne alemde?”Peygamberimiz Hz.Aişe’yi memnun eden cevabı verirdi her defasında:

“İlk günkü gibi…”

14 Eylül 2010 Salı

Ah Şu M harfi



Zaman zaman uyku ile uyanıklıkarasındaki o buruk
arafta kendiliğinden çözülüverir harfler, başlar
dans etmeye zihnimde. Alfabenin kimi harfleri
sıyrılıverir ait oldukları bütünden, berraklaşır
gözümün önünde. Peşlerinden giderim ben de; yolumun
hangi kelimelere, hangi cümlelere çıkacağını
merak ede ede.

Bugünlerde nedense M harfinin izindeyim.
M ile koyu bir muhabbet içindeyiz ki sormayın.
M deyip de geçmeyin; mühim ve muktedir ve mukaddes
bir harftir kendileri. Türkçemizdeki nice kelimenin
mucidi, müsebbibi. Lakin az biraz sohbet edince
kendisiyle baktım ki M harfi pek dertli, şikayet
halinde.

"Sorma!Benimle başlayan üç temel kelime var ki
sürekli aşağılanmakta, horlanmakta bu memlekette."
dedi." Diyorum ki acaba yurt dışına mı göndersem
bu kelimelerimi. Gidip bir müddet kalsınlar gurbette.
Nasıl olsa burada da bir nevi sürgün halindeler...
Burada da kendilerini adeta yabancı hissetmekteler."
Merak ettim bu üç kelimenin ne olduğunu, nazlanmadan
anlattı.

Türkiye'de kıymeti bilinmeyen üç M'den birincisine
"mütevazi" dedi. İster edebiyat olsun ister siyaset,
ister spor olsun ister sanat, insanlar sevmiyorlar
tevazuyu, şüpheyle bakıyorlar mütevazi olana.
Değil saygı duymak onun bu artı özelliğine,
tam tersine rahatlıkla ezilecek bir can ya da
sömürülecek bir maden gibi görüyorlar. "Sahiden
böyle mi? dedim M harfine. "Sahiden böyle." dedi.
"mesela bak bir köşe yazarı ne kadar saldırır,
ne kadar hırçın ve hamaset kokan bir üslup kullanırsa
o kadar çok hayran edinir, yandaş toplar etrafında.
Mürekkebini tevazuya bulaştırarak yazana ise
o kadar paye vermez okurlar. Bu memlekette gürleyerek
konuşmaktır geçer akçe ve dahi saldırarak yazmak!"

"Peki ya ikinci M?" diye sordum. "Basit" dedi
M harfi. "Mütereddit"Mütereddit olan da dışlanır,
horlanır, kenarlara köşelere atılır bu ülkede."
Oysa bilen insan tereddüt eder, düşünen insan
tereddüt eder. Siz hiç cahilin tereddüt ettiğini
gördünüz mü? Ne kadar az bilirsen bir hususta,
o kadar rahat genelleme yapıp, atar tutarsın.
Bilgin arttıkça ağırlaşır fikirler omuzlarında.
Bilirsin ki söylediğin herşeyin bir Öteki'si var,
bir güve yeniği resmi bozan.Bilirsin ki düşünme,
bilhassa eleştirel düşünme ucu açık bir derya deniz.
Hangi kıyısına nasıl hudut çekeceksin?
Düşünüp araştırdıkça, o hususta daha fazla kafa
yordukça sesin alçalır; daha az bilir, bilgilerinden
daha çok tereddüt eder hale gelirsin. "Lakin bu
memlekette durum tam tersi. Mütereddit olmayagör,
vay haline, omuzlarına basar, suratına bakmazlar."
dedi M harfi. "Burada usul böyle, pek bir kendinden
emin olmaktır işin raconu!"

İtibarı iade edilmeyen üçüncü kelime ise "Müstakil".
"Mümkün mü bu ülkede müstakil kalmak?" diye sordu
M harfi. "Sağcıların da solcuların da öbek öbek
cemaatler halinde yaşadığı, Kemalist'inden
feministine kadar hemen her kesimin kendi kozalarında
kaldığı, cemaatçiliğin bunca yaygın olduğu bir yerde
herkes bölünmüş iken kendi küçük kültürel adacığına
bir ferdin herkesten ve her cenahtan bağlarını
kopartarak ruhen ve fikren ve vicdanen bağımsız
kalması, müstakil olması mümkün mü? Müstakilleri
sevmez bu topraklar.Vebalı gibi kaçar herkes onlardan..."

"Hal böyle ise," dedim M harfine. "Ya peki hem
mütereddit hem mütevazi hem müstakil olanın hali
nicedir?"

Güldü usulca. Acı bir tebessüm dudaklarında.
*

*11 nisan 2006-zaman gazetesi- Elif şafak

14 Ağustos 2010 Cumartesi

filim tadında

-Nnalan!Nen var kuzum? Nnereye gidiyorsun? Bırakamazsın beni böyle bir başıma! Ne olur nölme!

-...???

-Cevap ver Nnalan! Bu zalim, bu gaddar, kirletilmiş nayatla bir başıma... Sensiz bir yaşamı düşlemeyi hafsalam nalmıyor. Senlen doğdum, seninle bildim ben kendimi senlen ölmeyi hedefliyordum.

-...???

- Çocuklarımız nolurdu, sen nonlara çılbır pişirirdin. Bense küçük ama mütevazi arabamla ekmek parası getirirdim. Nakşamları sevimli sobamızın nüstünde kestane pişirirdik. Sen kestaneleri yarardın bıçakla, bense sobanın nüzerine koyardım bir bir.


-...???

-Naile saadetimizi niçbişeyin bozmasına izin vermezdik. Aramızdaki fabrikatör kızı-şoför parçası ayrılıklarını fakir ama gururlu yüreğim kaldırmasa da içime atmaya devam ederdim.

- ...???

-Kanlıca'da yoğurt yer, Emirgan' da nisimlerimizi bir nağaca kazırdık. Yoğurt biraz pahalı olabilir ama ne yapalım, bir kereye mahsus nolunca problem nolmaz.
Ne o, gözüne toz mu kaçtı yoksa ağlıyor musun Hale, Jale... Pardon Nnalan!

-Ne...

- Şşşşş...Birşey demene lüzum yok, beni ne kadar sevdiğini biliyorum hülen!

-Allah canını almaya Fikret! Gene Türk filmi mi izledin sen? Bozacam o televizyonu. Yaramıyor sana.Sadece yediğim sıçan biraz kartmış, mideme oturdu ağırlık yaptı. Uyuyordum sadece. Hadi kalk gidelim kalk! Rezil ettin beni ele güne.

13 Ağustos 2010 Cuma

keşke


Ah bir deli olsam keşke!
Olabildiğince özgür...
Akıl ağır bir yük.
Yeni bir taşıyıcı arıyorum.
Çok düşük bir bedel karşılığında verebilirim:)

11 Ağustos 2010 Çarşamba


"EY ORUÇ, TUT BİZİ!"

Hukuk felsefesi hocamız Prof. D. Yasemin Işıktaç derslerinden birinde demişti ki:

"Acaba Ramazan'da biz mi orucu tutuyoruz yoksa oruç mu bizi? Gerçekten üzerinde düşünmeye değer bir cümle bu!"

Sanki doğru gibi söyledikleri.Ne dersiniz?
Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun efendim.Esenlikle!

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Ey Blog


Sana sevgili "BLOG" demek isterdim lakin şu wibiya denen eklentini gördükten sonra bir daha düşünmem gerektiğine karar verdim. Nesin sen blog ha, nesin sen?
Böğrümü açmıştım sana ben. Oysa senin yaptığın benim hastalıktan iniltilerim olan "oy oy"u "vote vote" diye çeviriyor olman. Reva mı bu?

Peki ya "sırlar" demek olan "esrar"ı "Marijuana" diye çevirmene ne demeli? Elin yabancısı gelip de bu adam keş mi diye düşünmez mi sanırsın hiç!

Bir de hiç utanmazmış gibi "gine"yi "guinea" diye çeviriyor. Seni çok bilmiş ufak aptal! Orda caaanım güzelim "A İstanbul" türküsünü "A California" diye çeviren bir eklentiden ne bekliyorsam sanki!

Sevgili Malın Gözü'ne bulaşmayasın blog. Kendisi severek takip ettiğimiz bir blogtur. Ancak sen ona da bulaşmadan edememişsin. Koskaca Malın Gözü Abimizi "The Eye of The Goods" seviyesine düşürecek kadar alçalmış olamazsın, olmamalısın.

Ama hakkını yemeyeyim şimdi. "Ah Semih Hoca" yı "Coach Kevin Ah" diye çevirmiş ya bu kadar uygun bir tabir olamazdı herhalde. Öpüyorum blog seni bu yüzden.Neyse bir daha olmasın blog. Gelemem böyle triplere. İki kuruşluk şerefimi elin ingilizcesine değiştirtmem, kabullenmem, kabullenemem. Bilesin.

8 Ağustos 2010 Pazar

böyle buyurdu nenem

"Evladıng deli, neyleyn malı!
Evladıng akıllı, gine neyleyn malı!"

31 Temmuz 2010 Cumartesi

yaşasın türkü

Ben gibi üniversiteyi ailesinden uzakta okuyan kimseler-ki bunlar çoğunlukta zannımca- uzun otobüs yolculuklarında muhtemelen çok çeşitli insanlarla karşılaşıyordur. Bazıları hakikaten renkli kişilikler olsa da bazıları evlerden ırak... Ben de bu kimselerin varlığına bir kaç sefer tanıklık etmiş bulunduğumdan hiç muhatap olmamak için takarım kulaklığımı açarım kitabımı, ohhhh değmeyin keyfime! Şükür ki yalnızca 8 saat sürüyor. Daha fazla sürse yamulurdum herhalde yollarda.

İstanbul'a bu gelişimde yanımda yaklaşık 60-65 yaş civarında tonton bir amca vardı. Malum artık neredeyse bütün firmalar koltukların arkasına ekran koyuyorlar, isteyen müzik dinliyor isteyen film izleyebiliyor. İşte bu amcam da açtı Türk sanat müziğini, dinliyor; arasıra sesli bir biçimde söylüyor da. Buraya kadar herhangi bir problem yok benim açımdan. İstanbul'a yaklaştığımız sıralarda benimle muhabbet etmenin yollarını arıyor, ben farkediyorum fakat hiç oralı olmuyorum.

Benim de enteresan bir huyum vardır. Bazı kimselerin aksine kendimden yaşça bayağı büyük olan kimselerle konuşamam. Bu onları hor gördüğümden, beğenmediğimden değil kesinlikle. Sadece onlarla konuşacak hiç birşey bulamam. soru sorarlarsa evet hayır şeklinde kısa cevplarla kapatırım olayı. Ama güler yüzüm herhalde onlarda hiç de öyle konuşamadığım kanısını uyandırmıyor olsa gerek onlar konuşur ben dinlerim.

Amcam daha fazla dayanamadı. "Yahu ne güzel müziklermiş bunlar. Acaba bunları almamızın imkanı yok mu?" dedi. Ben de: "Valla ben öyle pek fazla teknolojiden anlayan bir insan değilim o yüzden bilmiyorum." dedi. Sonra: "Türk sanat müziği eserleri hakikaten çok güzel, öyle halk türküleri gibi değiller.ne öyle o 'manda yuva yapmış söğüt dalına, yavrusunu sinek kapmış gördün mü?' anlamsız manasız ." dedi.

Tamam Türk sanat müziği gerçekten güzel bir tür falan filan ama halk müziğini çok seven bir insan olarak açıkçası benim içime oturdu bu söyledikleri. O türkü kabul ki biraz enteresan sözlere sahiptir ancak belki de sadece eğlenmek için söylenmiştir. Bunun yanında öyle türküler var ki bir tek cümleyle sizi can evinizden vurabilir, sayfalar dolusu duyguyu çok iyi bir biçimde ifade edebilir. Hem de bunu keskin Türk zekasıyla yapabilir. Hangi millet bizim kadar kıvrak bir zekaya sahiptir bu konuda.

"Ne zaman bir köy türküsü duysam, Şairliğimden utanırım" der Bedri Rahmi Eyüboğlu. Yüzlerce yıldır varlığını koruyan, söyleneni unutulmuş ama hala güncelliğini koruyan duygulara ev sahipliği yapan, bu harikulade eserlerin kıymetini bilmemek hiç de akıllı adam işi değil. Hepsinin söylenmesinin bir sebebi, bir hikayesi vardır. Artı bunların hakikaten derinlemesine incelemesi yapılsa muhakkaktır ki ülkenin o anki coğrafi, tarihi hatta ekonomik durumuna dair bile bilgi verebilir.

Örneğin şu enfes ifadeye bir bakın:

"
A İstanbul (Beyim Aman) Issız Kalası
Taşına Toprağına (Da Beyler Aman) Güller Dolası
O da Bencileyin (Aman) Yarsız Galası
Gidip De Gelmeyen (De Beyler Aman) Yari Ben Neyleyim
Vakitsiz Açılan (Da Beyler Aman) Gülü Ben Neyleyim
"

Bana halka tepeden bakan, onu küçümseyen, kendini beğenmiş bir tavır gibi geldi doğrusu bu durum.
Demek ki neymiş:
Her sakallıyı alim, her dedeyi tonton sanmayacaksın.Sanırsan ahanda böyle birden soğuturlar adamı işte. Papucun tersini yemiş gibi olursun suratına! Neyse nereden nereye getirdim konuyu.
Hadi hoşça ve esenle kalın dostlar!

30 Temmuz 2010 Cuma

oy oy

Dünden beri üzerimde bir kırgınlık...Elimi ayağımı oynatmaya mecalim yok. Ateşim de mi var ne? Arasıra yokluyor sanki. Bir ateş basıyor soyunuyorum,bir soğuk geliyor giyiniyorum. Kafam da ağrıyor. Tansiyonumda da mı bir dengesizlik var acaba? Yatarken kalkarken resmen etrafı süsüyorum.

İstanbul'un havası yaramadı. Çok da üşüyorum. Yaz gününde pencereyi kapıyı kapatıyorum, Kışlık hırkamı da giyiyorum, öyle oturuyorum evde.
Görenler ulemanın şaşkını hırka giyer yaz günü diyecekler. Sen koskoca kışı gayet sağlıklı geçir gel şimdi yaz ortasında hasta ol!

Hani hastalığın güzel bir tarafı da vardır, eğer size bakacak birisi varsa tabi. Naz yapabilir, önünüze her geleni reddetme hakkına sahip olabilirsiniz. Bir dediğiniz iki edilmez. Maalesef ki burda o lükse sahip olmadığım için ev arkadaşlarıma ses çıkartmamaya çalışıyorum. Sızlanmaktan da hiç hazetmiyorum işin doğrusu. Çorbamı bile alelacele kendim yaptım dün.Gurbette hastalık çekmesi de zor vesselam:)

24 Haziran 2010 Perşembe

Dinle



Şimdi ben okulu uzattım ya ikinci sefere, babam bunu bi türlü kabullenemedi. Eee tabi adamı sen şimdiye kadar hep başarıya alıştır, üniversiteye gelince de tam anlamıyla çuvalla; adam haklı tabi. İşte bundan dolayı babamın işyerine böyle biraz eğitim dünyasıyla ilgili kim gelirse gelsin hemen beni arayıp: " Bak burda filanca kişi var, senle konuşmak istiyor;gel de bi konuşun" der. Ben giderim adam bi yığın soru sorar ben sıkılırım. Bu durum epeyce bir gerçekleşti.

Geçen memlekete gittiğimde de gene beni aradı. Aynı tablo tekrar etti. Ben çıldırdım tam o sıra, aniden bir öfke kabardı yüreğimde. Önü alınmaz taşkın bir baraj suyu çılgınlığıyla: " Ööfffff yeter be! Kabullen artık okulu uzattığımı. Şu insanlar da ne meraklı arkadaş. Size ne benim okulun bitip bitmemesinden. Ben can derdindeyim kasap et derdinde!" diye bağırmak geçti içimden telefonda. Ama sonra her zaman olduğu gibi tek kelime bile etmeyip sustum.Yemedi kısaca:))

Neyse ki şükür bazen susmak işe yarıyormuş.Bunları söyleseydim pek muhtemeldir ki, hatta kesinkes babamın kalbini kırmış olacaktım. Bu da bana dert olacaktı sonradan. İçim içimi kemirip duracaktı. İyi ki birşey dememişim. Hem babamın tanıştırmak için çağırdığı kişi de iyi bir insanmış. Babamın kabullenmesi için birşeyler söyledi filan. Beni sıkıştıracak laflar etmedi.

Sanırım neden bazı büyülü kitapların "Bişnev!Dinle!" diyerek başladığının sırrı ayan etmiş oldu. Bazen susmak ve dinlemek gerekir.Sustuğum, öfkeme hakim olduğum için kendi kendime minnetarım. Evet, aynı zamanda megalomanım:)

22 Mayıs 2010 Cumartesi

ah Semih Hoca


Evet eskilerden biri...Çok eski değil canım.Bİr kaç senelik.Kim ne zaman bu enstantaneyi yakalamış bilemeyeceğim ama mükemmel bir "o an".

Sevgili Prof. Dr. Semih Gemalmaz Hocamız(ortada sarı ceketli olan, krem de olabilir.) yine sevgili asistanlarıyla birlikte hızla magazincilerden kaçıyor olmalılar.:)

Rivayet olunur ki asistanlarından biri ve Semih Hoca bir helikoptere atlayıp İÜHF üzerinde dolaşıyor imişler. Semih Hoca asistanına: "Bak şimdi! Bir 10 tl atarsam bir öğrenci sevinir" demiş. Atmış ve bulan bir öğrenci çok sevinmiş. Sonra tekrar demiş ki: "Şimdi iki tane 1o tl atarsam iki öğrenci sevinir."
Asistan daha fazla dayanamamış ve: "Hocam siz kendinizi atın bütün öğrenciler sevinir." demiş. Tabi ki de asistanın sonu bilinmiyor:))

İşin şakası bir tarafa her ne kadar dersinden geçmek zor olsa ve ben ikinci seferde geçmiş olsam da bu adama saygı duyuyorum.(Saygı duymayı hak etmeyen, profesör geçinen kimselerin varlığını da gözönünda bulunduruyorum) Neden mi? Çünkü savunduğu fikirlerinin bir çoğuna katılmıyor olsam da kesinlikle boş boş diğer kimseler gibi savunmuyor. Adam gerçekten inandığı ve savunduğu görüşler hakkında bilgi sahibi; bir takım şeyleri özümsemiş mantığına ve hafızasına oturtmuş. Düşünüldüğünde çoğu söyledikleri de gayet mantıklı. "Size bir halt öğretmiyorlar.Kimse de söylemez bunları size.Hepsi martaval bunların!" sözü herhalde gayet yerinde bir söz. Birşey öğretmiyorlar çünkü. Anca beyin çöplüğü...

Bir arkadaşımdan alıntıdır:
Kızın birisi teneffüs zili çalıp (evet bizim fakültede zil çalıyordu:)ne var bunda canım biz gayet memnunduk) da hocanın peşinden koşarken tahmin edersiniz ki "hocem hocem!" diye naralar atarken bizim hoca kızın bu gayretini karşılıksız bırakmamış tabi. "Hööö!" diyecek kadar nazik bir cevap karşısında kızcağızın bilmem dumurluk halini anlatmama gerek var mı?:))

19 Mayıs 2010 Çarşamba

bir balık olsaydım

Bir balık olsaydım şayet Kız Kulesi'ni işte tam da böyle göreceğim.

Kadim zamanlardan kalma ne kadar eskimiş ve suyun salınmasıyla esrimiş, yosun bağlamış, gözden ıramış şey varsa hepsinden bir bir haberdar olabileceğim.

Sevgilerini yitirip kızgınlıkla suya atılan bir yüzüğün kıymetini ancak ben bilebileceğim bundan sonraki çağlarda.

Boğazın serin sularında ciğerleri yırtılırcasına boğulan birisine hem yardım etmek sancısıyla hem de dalga geçerek "o kadar da zor değil, bak ben nefes alabiliyorum." diyerek avazım çıktığı kadar bağıracağım.

Denizlerde zamanın ağır işleyen yelkovanındaki gibi akıp giden beyaz yelkenli gemilere yarenlik edeceğim, hoş bir sohbet tutturacağım onlarla.

Ne acı, ne hüzün, ne özlem, ne sevinç,... Belki de hepsini unutacağım bir kaç saniye sonrasında.

8 Mayıs 2010 Cumartesi

Hatırla ama

Bir tatlı ömür gibi gitmeye niyetlendin,
Ayrılık atına eğer vurdun inadına.
Ama bizi unutma; hatırla ama!

Sana temiz dostlar, iyi dostlar, bağdaş dostlar
Yeryüzünde de var, gökyüzünde de var.
Eski dostla ettiğin yemini hatırla ama!

Sen her gece ay değirmisini
Başına yastık edince yollarda

Dizimde yattığın geceleri hatırla ama!

5 Mayıs 2010 Çarşamba

yusuf yusuf

Geçen pazartesi "Yusuf(!)" adlı arkadaşla karşılaştım okulda. Bir kaç hoş sohbetten sonra sınavlara 3 hafta kaldı dedi. Ben de anladım neden yanıma geldiğini şimdi dedim. Çoktan yusuf yusuf atmaya başlamışım, haberim bile yok. Aslına bakılırsa yusuflamaya başlamam hocaların derste kaç haftamız kaldı sorusu üzerine oldu.

Sadece iki dersim var tamam falan filan; ama şu İnşaat hukuku denilen osuruktan seçimlik ders, hocası yüzünden bana akla karayı seçtirdi.Nerden seçtim yahu?Dört senedir genel itibariyle seçtiğim dersler iyiydi ama bu tam başıma bela oldu.Hocası emekli filan olsa da ben de kurtulsam ya aaaa!!! Bi insan evladı-homo sapiens-er kişi neden bu kadar kasar seçimlik derste? Bu kişinin hakkında beddualar etmek caiz değil de nedir? Hatta hatta bütün fakülte öğrencilerinin hayır ve selameti için müstahab bile olabilir be!!!


Artık bir türlü çalışasım da gelmiyor. Sıkıldım iyice ders görürsem kusacağım sanki, o derece yani... Ama bir yerinden tutmak gerek artık.Yusuf da eşlik eder herhalde, bu halimde yalnız bırakacağını hiç sanmıyorum zat-ı alisinin.

Not: fotoğraf arkadaşım Kamer'e aittir.kendisinin izni olmadan çoğaltılmış ve kopyalanmıştır.bu durum fikir ve sanat eserleri kanununa aykırı olsa da boşverin siz de kullanın:) Kendisi bu yazıyı okuyunca bana çemkirebilü çemkirmeyip teşekkür de edebilü:).Ben ikincisini ümit ediyorum.

Not2: kalan 2 dersimden birisi sosyal güvenlik hukuku değil.şükür onu geçen sene geçmiştim.

29 Nisan 2010 Perşembe

yeni yetmenin feryadı

Resme bakıp da hiç öyle eğlenelim,coşalım, yiyelim, s.ıçalım modunda bir yazı beklemeyin azizim. Yok çünkü öyle bişey... Resmen mesleğinde yeni yetme bir tazenin bütün heveslerini kırdılar. Mesleenden soudurla adamı aga. bak sinirden dilim bile değişti, ege ağzına döndü...

Yok efendim bizim patron hanım kızımız kendisinin gençliği yıllarında bütün dosyaların hepsini bilirmiş de, benim dosyayı bir yığın dosya içinden hatırlayamamam işimi önemsemediğimden kaynaklanıyormuş da, sekreter kızcağızımız bir doktora gidecek olduğunda izin vermişmiş de,... diye uzanan feryat figanlarla yıkanıp ve bilimum fırçalarla temizlendikten sonra içimden yaşlı babaannem gibi söylene söylene, homurdana homurdana bürodaki odama geçtim. Kendimce haklıydım, işe gireli daha bir ay olmuşken, müvekkilleri daha yeni yeni ayırdederken nerdeeee ki bileyim ben dosya numarasını! Oldum olası rakamlarla arası da iyi olmamış, kendi cep telefonu numarasını bile rehberine kaydeden birinden söz ediyoruz bir de... Hele hele ki işin en zor kısmı olan acemiliği bile yeni yeni atlatmaya çalışırken taze caanım gülü dalından koparmak, yeni palazlanmaya çalışan güvercinceğizi yuvadan hadi uç diye atmak reva mıdır analar, bacılar, yağlanıp güreş tutan dayılar...?


Zaten tüm bu fırçalardan sonra da bütün aksilikler ve terslikler üstüste geldi.

İleri de memur olmayı düşleyen her genç erkek gibi, rüyalarında beyaz takım elbiselerle bir devlet dairesi ile muradına ermek isteyen ve kerevetine çıkmak isteyenlerden oluşan da bir çevresi olan naçizane bendeniz, memur taifesinden pek bir dertliyim efenim. Sormayın; zat-ı alileri pek bir hatırnaz sayılmazlar. Tamam hakları var sürekli dur'dan anlamaz "Hu dedikçe yulafa giden kimseler"le dolu bir gün geçirsem takdir ederim ki ve siz de ediniz ki anlayışlı olmam pek bir mümkün olmayabilirdi. Ama iki gözüm, doğru sözlüm, perçemi pullum! Şu sessizce işini görüp hemencecik kaçacak ve kimselere baş belası olmayacak olan beni ne demeye geri gönderirsin de yüzümü kara, boynumu bükük, geleceğimi umutsuz, geçmişini sövülmüş eylersin; Ehl-i insaf yok mudur diye feryat yaktırır, zılgıtlar çektirirsin.

İğrenç bir gündü hasılı kelam.Neyse ki bitti de kabustan uyanır gibi olup kendimi eve zor attım. Hayırlısı ya bakalım yarın da haciz var, daha neler göreceğiz.
Aman efenim aman! Bari sizin gününüz güzel geçmiştir. Sinirsiz geceler efenim.

23 Nisan 2010 Cuma

dua

Ey Kullarını Yaratıp Başıboş Bırakmayan!
Biliyorum ki zorluklarla denemek ve sınamak için gönderdin.
Ve yine biliyorum ki kuluna kaldıramayacağından fazla yük yüklemezsin.
Dilim dese de bunları gönlüm kabullenemiyor bi türlü.
Sen kabullenmeme yardım et.

Doğru yolundan saptım, her yeni gün daha da battım günaha.
Nefsim her geçen gün güçleniyor.
Tövbelerimin süresi her geçen gün uzuyor.
Elim, dilim, gözüm, kulağım her türlü günahı işledi de meşrulaştırıyor
Titreyen gönlüm tiremez oldu artık;
Bir an mahzun sonra hemen kaybolup gidiyor şirretlik içinde.
Yaşlanmaz oldu, kurudu gözlerim.
Merak ediyorum ne kadar Habibi'ni mahzun ettim diye.
O'na(sav) layık bir ümmet hiç bir zaman olamadım.
Ya O da mübarek Sırtını çevirirse bana...
"Sen gittikten sonra bunlar ne haltlar karıştırdılar Ey Muhammet bir bilsen!"
sözü benim için söylenmişse şayet...
Kime gideyim o zaman ben Ey Allah'ım?!!!
Kimin kapısını çalayım?

Sen'in buğzettiğine kim lutfetsin Ey Rahman?!
"Sür'ün şimdi yüzüstü cehenneme,gidilecek ne kötü yerdir orası"
dendiğinde saçlarımı kimler yolsun, kimler ağıt yaksın o gün bana?

Ama biliyorum ki Sen En Merhametli'sin.
En Bağışlayan'sın.Affetmeyi de seversin.
BİZİ DE AFFET!!!




22 Nisan 2010 Perşembe

120

"Biz harb çocukları neslindendik. Çocukluğumuzdan, hatta bebekliğimizden itibaren harb hikayelerinin hazin hatıralarıyla büyümüş bir nesildik. biz Van'da harb görmemiştik; ama harbin ateşten gömleğini giymemiş ev de yoktu."

Buz yakar mı?
Eğer bir dönem çocukluğu kalem tutacağı yerde silah tutmuşsa yakar.

Eğer bir dönem sırf yabancı siyasi devlet oyunları için heba olmuşsa yakar.

Eğer ömrünün baharında, henüz bıyıkları bile terlememiş tazecik bedenlere mal olmuşsa yakar.

Eğer heba olan onca hayatın geride kalan anaları, kardeşlerinin hasretleri varsa yakar.

Eğer uzayıp giden yollarda yolcular susmuşsa yakar.
Ama eğer en çok da tüm bu çekilenler, hasretler, özlemler, yaşananlar hafızalardan silinip unutulup gitmişse ve arkasından küfreden bir nesil gelmişse yakar.
Bu filmi yeni izlemedim aslında. üzerinden epey bir zaman geçti. Ama ne yürek yangınımı dindirdi ne de onların acılarını hissetmemi unutmamı sağladı bu geçen zaman. Bazen zaman iyi gelmiyor kabuk bağlamış yaralara. Eskitmiyor, aksine kangrenleştiriyor. Ya kesip atmanız gerekiyor ya da yaşamayı onunla birlikte öğrenmeniz. bense histerik bir hasta gibi kabullendim, benimsedim, yüreğimin en derin yanına sakladım.Onları unutmadım,acılarını paylaştım.

Onları düşünün. Biz onların yerinde olsak aynı fedakarlığı yapabilir miydik, bunu sorgulayın.Siz de buzun yakmasına engel olun.

12 Nisan 2010 Pazartesi

bir nefes hikaye (devam)


"Her şey öyle şiirseldi işte.ama gel gör ki insanoğlu fesattır.çekememiş bizim mutluluğumuzu. nefret sarmış yüreğini, kin bürümüş gözünü. isimsiz dedikodular yayılmış etrafta. geceden kara, boşluktan ıssız, yıldızlardan fazla dil dökülmüş ortaya.bütün galaksi çalkalanmış ama bizim haberimiz bile olmamış.e malum mutluyuz ya,herkes gibi taşımışız aşkı ve mutluluğu yük gibi görmeden.isimsiz dillerden birisi saçıvermiş zehir zemberek sözlerini güneşin kulağına. doldurmuş ince narin yüreğini kurşundan ağır sözler,kırılası çeneler bükmüş kulağını sevdiğimin.
derlermiş ki "ay,bakarmış dünyaya,severmiş onu;dünya yüz vermedikçe koşmuş peşinden. döner dururmuş etrafında.şimdilerde dünya da dönmüş ona yüzünü.karşılık kazanmış oynaşmaları. herkese mavi boncuk dağıtırmış ay.aşkı maşkı yalanmış.zaten aşk ancak masallarda olurmuş.gözünü açmalı,yoksa daha çoooooook kandırılırmış."

Bu lafları duyan güneşin hassas kalbi dayanmadı.göstermedi yüzünü.gizlendi,sakladı bulutların ardına kendini. insanlar güneş tutuluyor dediler.evet güneş tutuluyordu,ama kesif ve dinmez hıçkırıklarla.bunu gören yüreğim elbetteki dayanmadı.ancak el diline ket vuramazdım. açıklamaya çalıştım, konuştum,koştum peşinden.ama nafile.o günden beri yüzünü dönmez bana güneş.ne tarafa baksam onu görürüm.gene onun zayıf da olsa eskilerden kalan ışığını yansıtırım da onun yüzünü göremem,bir an bile olsa bir nazarına bütün canımı veririm ama bir sarf-ı nazar bulamam.ben de o gün bugündür koşar,heder olurum peşinde. belki gün olur affeder beni diye. dünya etrafında da dönerim dururum benim halime acısın,beni ne hallere düşürdüğünü görsün diye.ama zalimdir dünya,kötü kalpli kimseler gibi bakar, güler geçer halime."şaşkın" der kendi kendine. varsın desin;alınmam artık.ondan beridir delik deşiktir yüreğim.güneşe yaklaştıkça bir tamlanır; uzaklaştıkça bir eksilirim.senelerdir peşinden koşar ve dermansız düşünceye değin durmam.lakin o da ben koştukça kaçar benden, sanki cüzzamlıdan kaçar gibi."

Bir hayalden uyanmış gibiydi.
Başımı salladım belli belirsiz.hüzünlendirmişti beni bu dokunaklı hikaye.bir kıvrım düştü dudaklarıma.yarı ağlamaklı bir sesle 'sevilmişsin bir zaman.' dedim.şaşırmıştı."nasıl?" der gibi yüzüme baktı.'sevilmektesin de belki de hala. ama hala seviyorsun önemli olan da bu değil mi?sevgi sahibi olmak kendisi zaten tek taraflı bir eylem.illa karşılık mı beklemek lazım?hem karşılık beklenirse bu aşk değil rutin bir iş ilişkisinden ya da alışverişten ne farkı kalır?' Farketmeden ses tonumu yükseltmiştim.'oysa ben...' dedim.sesim aniden çatallaşmıştı. gözlerimin yandığını hissediyordum. tarif edilmez sel damlalarının sökün etmesi an meselesi idi. o yüzden ne söylemem gerekiyorsa hemen söylemeliydim. 'Oysa ben kalbinden ve ruhundan sevebilmek yetisi sonsuza dek söküp alınmış bir bahtsızım.'
Susmuştu.birşey demedi.ama anlamıştı kendisinin durumunun benden iyi olduğunu.usulca, şefkatle ve anlayışla yüzüme bir kez daha baktı.sonra sevgili güneşinin peşinden koşmak için bir dağın arkasına baktı.tam o sırada karşıki tepelerin üzerinden güneş doğuyordu.yine kaçırmıştı.
tebessümle "hoşçakal" dedim içimden.umarım bir gün yakalarsın sevdiğini ve anlatabilirsin derdini.hava serinlemişti.üşümeye başlamıştım.biliyordum sıcak bir gün olacaktı ama bu sefer ben güneşten yakınmayacaktım.




7 Nisan 2010 Çarşamba

bi nefes hikaye


Aylardan Ağustos.sıcak mı sıcak bir gün.rüzgarın boğazına gümüş bir bıçak dayamışlar gibi gıkı çıkmıyor.tüm hıncıyla ve gareziyle gürleyen güneş gitmiş, savaştan yorulmuş bedeniyle yatağına usulca sokulmuştu.dolayısıyla da günün tüm harareti dinmiş ve bir tek ağustos böceklerinin cırıltıları geceye eşlik ediyordu.bir de uzaklardan rızkı için didinen baykuşların ayak sesleri...

Ve ben vardım.uyuyamamıştım,kendimi dinliyordum sessizce.bazen iyi geliyordu da bazen nedense içimi acıtıyordu bu.yine içimin acıdığı zamanlardan birindeydi.sıkıntılı bir yürekle kaldırdım başımı göğe ve sıcaklığın vermiş olduğu baygınlıktan sonra serinliği dinledim.gözlerimi kapamıştım,sanki kaparsam her şeyden uzaklaşacaktım.dinledim,dinledim,dinledim dakikalarca sessizliği ve kainatın sessiz çığlığını.o da ben gibi susuyordu avazı çıktığı kadar.aniden izleniyormuşum hissine kapıldım.gözlerimi açtığım tam o sırada gökyüzünde ayla gözgöze geldik.önce haşin sonra merhamet dolu gözlerle baktı.anlamıştım beni sevmişti.belki de gözlerimden kalbimi okumuştu.sessizliği gene onun esrik sesi bozdu:

-Nasılsın çocuk?Hayrola bu saatte ne gezmekte; neyin peşini sürmedesin? dedi. sevmezdim öyle yabancılarla sohbet etmeyi.neyim olurdu ki onlarla konuşacak?hem annem sıkı sıkı tembihlemişti.büyümüş olsam da hala annemin öğütlerini tutardım.ses etmedim ama beni konuşturmasını biliyordu:

-Sana bir hikaye anlatacağım, dedi.Ama aramızda kalacak.kimselere duyduğunu söylemeyeceksin."tamam." anlamında merakla ve kocaman açılmış gözlerle kafamı salladım.hala temkinli yaklaşıyordum.

-Yıllar yıllar öncesinde Güneş ve ben iki sevgili idik.ne dünya ne de içindekiler böyle bir sevgi görmemiştir bugüne dek.ben onu sevdikçe o aşkımın ateşinden yanıyor bense onun ışığının parlaklığıyla aydınlanıyor,her gün biraz daha fazla yansıtıyordum onu ve dillere destan güzelliğini.ben güneşe hayran,ona meftun,ona tutuklu...gözüm ondan başkasını görmüyordu.her sabah birlikte doğuyorduk dünya üzerine ve dünya üzerindekilere.akşam yine sessizce beraber çekiliyorduk.Ademoğlundan birisi demiş ya "aşk köpeği bile kafiyeyle havlatır" diye,işte her şey öyle şiirseldi.

Devamı gelecek...

4 Nisan 2010 Pazar

bahar


Bahar gelmiştir benim memleketimin dağlarına şimdi.sümbülü,lalesi,gelinciği, papatyası,kırmızı kırmızı kirazı,bembeyaz gelin eriği,turuncuya çalan kayısısı serpilmiştir her yana.ferahlık verir insanın içine,dinginlik verir insan ruhuna.tarlaların kimi asil ve burnu havada mordur;kimi yangın yeri kırmızıdır;kimi ise can ve göz alıcı sarıdır.

Bi memleket havası çekmem gerek galiba tez zamanda:)özledim anlaşılan.bugünlerde fazla duygusal mı davranır oldum ne!!!ama en güzel mevsimlerinden birini yaşıyor şu an.bense istanbulun bu kalabalığında boğulmuşum gibi geliyor.tamam lale mevsimi İstanbul da güzeldir ama benim memleket havasını vermez hiç bir zaman.
en kısa zamanda ben bi kaçamak yapayım en güzeli.hem annecağızımın enfes yemeklerini de özler bu mide.kaç zamandır aynı ve klasik öğrenci yemeklerinden bi nefes alması lazım.ee boşuna atalar dememiş; erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer:)gerçi kendisine iyi bakan bi insan olarak bu kadar zayıf olmam da soru işaretleri bırakıyor kafamda.bu yediklerime ne oluyor?

Konu nerden nereye geldi farkettim.neyse burda noktalayayım bari daha fazla saçmalamadan:)

3 Nisan 2010 Cumartesi

Şems ve Kerra

Konya,22 Ekim 1245
Bir Allah bilir ne konuştuklarını.geçen gün helva ikram etmek için yanlarına gittiğimde öyle ateşli konuşuyorlardı ki beni fark etmediler bile.ben ortalıktayken Şems genellikle birşey söylemez,varlığım onu mutlak suskunlağa itermiş gibi.ister muhteşem bir ziyafet hazırkayayım,ister kuru ekmek ikram edeyim,hep aynı ifadeyle teşekkür eder.zaten hep az yer,dişinin kovuğunu dolduracak kadar.ama gel gör ki bu sefer tabaktaki helvanın tadına bakmasıyla gözlerinin parlaması bir oldu.
"Helva ne kadar lezzetliymiş Kerra,ellerine sağlık.nasıl pişirdin?" dedi Şems.
O an bana ne oldu bilmiyorum.iltifatına sevineceğim yerde hiddetlendim."ne demeye soruyorsun?anlatsam bile aynısını yapamazsın ki!"
Şems dediklerime hak vermiş gibi hafifçe başını salladı.birşey söylemesini hatta terslemesini bekledim ama yapmadı,öylece durdu.
Bir süre sonra odadan çıktım ve onları başbaşa bıraktım.doğrusu bu hadiseyi tamamen unutmuştum.ama bu sabah öyle birşey oldu ki herşeyi yeni baştan hatırladım.

Ocak başında yayıkta yağ yapıyordum ki avludan garip sesler duydum.dışarı koşunca tuhaf bir manzaraya şahit oldum.her yanda kitaplar vardı;kuleler halinde üstüste dizilmiş,ha devrildi ha devrilecek, yüzlerce kitap ve el yazması saçılmıştı ortalığa,bir o kadarı da şadırvana atılmıştı.mürekkepleri çözüldüğünden şadırvandaki su maviye çalmaya başlamıştı.
Şems gözlerimin önündeki kitap yığınından bir kitap çekti.şöyle bir karıştırdı ve pat diye suya attı.baktım Divanü'l Mutannabi.kitap su yüzüne çıkar çıkmaz bir başkasına uzandı.bu kez sırada Feridüddin Attar'ın Esrarnamesi vardı.
Dehşete düşmüştüm.kocamın en sevdiği kitapları tek tek mahvediyordu.sırada Rumi'nin babasıdan kalma Kamusul-A'lam'ı vardı.Rumi'nin babasına hayranlığı, bu eski el yazmasına olan düşkünlüğünü bildiğimden hemen dönüp kocama baktım.
ne var ki Rumi yana çekilmiş kıpırtısız duruyordu.beti benzi atmış olsa da,elleri titrese de ses çıkarmıyordu.aklım almadı.vaktiyle sırf kitaplarının tozunu aldım diye beni azarlayan adam gitmiş,onun yerine, tüm kütüphanesini mahveden deliyi kenardan izleyen biri gelmişti.ağzını açıp tek kelime etmiyordu!hiç adil değildi.madem Rumi karışmayacaktı bu işe,ben karışacaktım.

"Ne yapıyorsun?"diye bağırdım Şems'e."bu kitaplar son derece kıymetlidirne diye onları suya atarsın?sen aklını mı yitirdin?"
Şems bana yanıt vermedi,başını Rumi'ye çevirdi."Sen de mi böyle düşünürsün?" diye sordu.Rumş dudaklarını büzdü,belli belirsiz gülümsedi ama susmaya devam etti.

"Neden bir şey yapmıyorsun?"diye bağırdım kocama.Rumi bunun üzerine yanıma varıp sıkı sıkıya elimi tuttu.
"Sakin ol Kerra,lütfen.Şems'e itimadım tam.böyle davranmasının elbette bir sebebi vardır."
Şems omzunun üstünden bana şöyle bir baktı.rahattı,belli ki kendine inancı tamdı.cübbesinin yenini sıvadı,kollarını suya daldırdı ve başladı tek tek şadırvandaki kitapları çıkarmaya.hayretten küçük dilimi yuttum,zira sudan çektiği her kitap kupkuruydu.
"Sihir mi bu kara büyü mü?nasıl yaptın?" diye sordum.işte o zaman Şems gayet sakin bana baktı ve şöyle dedi:"Ne demeye soruyorsun?anlatsam bile aynısını yapamazsın ki!"
Öfkeden zangır zanfır titreyerek onları avluda bıraktım,koşa koşa mutfağa döndüm.artık tek sığınağımdı mutfak.ve orada onlarca tencere,tava,yığınla ot ve baharat ortasında yere çöküp ağladım,ağladım.


NOT:Kerra:Mevlana'nın ilk hanımı öldüğü için evlendiği ikinci eşi imiş.
(Elif Şafak "Aşk" syf:252,253,254)

31 Mart 2010 Çarşamba

rüya

Bir gün bi rüya gördüm.ölmüşüm.ruhumu seyrettim bedenimden ayrılırken.ama nasıl öldüm neden öldüm bilmiyorum.sadece öldüm,bu kadar...sonrasında yanında bekledim cesedimin.tabuta benzer,ama hiçbişeye de benzemez entersan kutumsu bir şey.içinde bedenim.bir ses duyuyorum: "Ayaklar baş olmadan yükseleceğini mi sanırsın?" diyor o davudi ses.ben de kaldırıyorum bedenimi.kimseler yok yanımda.çok hafif bedenim.öyle de naif.sonra açıp bi bakıyorum ayaklarımın olması gereken yerde başım,başımın olması gereken yerde de ayaklarım...heh tamam şimdi oldu diyorum.şimdi yükselebilirim.
Bir taraftan da aklımda türlü düşünce.işte bitti hayat oyunu.ne bekliyor acaba?bilinmeyenin korkusu,güvenmenin emniyeti,ölümün ekşiliği damağımda harmanlaşmış.Adil ve Merhametli olanın elinde artık hüküm.

Nasıl oluyorsa evde kimseler yok.halbuki öldüğümün herkes farkında.mutfağa koşuyorum.koşmak değil galiba ışınlanmak gibi,ya da uçmak gibi bişey bu.Güzel annem dizlerini çekyat üzerinde kısmış ,eline Kur'an almış okuyor.ama hissediyorum ve biliyorum ki benim için okuyor.ferahlıyorum.ellerim buz gibi,hem heyecanlıyım hem annemi bir daha göremeyeceğim için üzgün,daha çok da o üzgün olduğu için üzgünüm.yanağına hafifçe elimle dokunuyorum,elimi koyuyorum.elim o kadar soğuk ki annemin sıcaklığı karşısında tereddüde düşüyorum.ama annemin yanağı cayır cayır...evlat ateşi öyle yakmış anlaşılan.ama buz gibi elim nasıl ferahlatıyor onu.derin bir "ohhhhhhh!" çekiyor anlıyor ben olduğumu,hissediyor.gözlerinden yaşlar dökülüyor.elini elimin üzerine koyuyor."Biliyorum burdasın,benimlesin" diyor.benim de hıçkırıklar takılıyor boğazıma.o anın heyecanıyla ve boğazımda bir hıçkırıkla uyandım.

26 Mart 2010 Cuma

ben çocukken...

Bilmiyorum hiç hatırlayan var mı Yumiyum'u?belki hala satılıyordur da...ama süper marketler çıkalı beri denk gelmiyorum bu tür şeylere pek.çocukken ne büyük iştahla yerdim.dişlerimin arasına -eriyince tabi- yapışır,sonra da elimiz ağzımızda onları çıkarmaya çalışırdık.(ben yapmadım diyen,ıykk mıyk diyen yalan söylüyordur büyük ihtimal)çünkü yumuşadığı vakit sakız gibi çiğnememek için büyük bir nefis mücadelesine girmeniz gerekebilir ki bu da o yaşlarda pek mümkün bişey değildir.

Bir de Eti Puf 'ların üzerindeki o siyah ya da renkli tanecikli şeyleri(tamam itiraf ediyorum adını bilmiyorum onların) marşmelovundan,daha sonra da marşmelov ile bisküviyi(püskütü) birbirinden ayırırdık.hepsini ufak parçalara böler,saydam çanağının içine koyar,püskütü en sonraya bırakarak yerdik.hey Allah'ım!!!daha bi tatlı oluyordu herhalde öyle?tabi oluyordu.dadından yinmiyordu:)

Gazoz kapağı için çıkan mahalle savaşlarını ise hiç saymıyorum bile.düzeltilmiş ya da yamulmuş olanlar daha az değer ediyordu.düzgün olanlar ise parayla pulla satın alınması imkansız, borsa da rayici bile bulunmayan "kıymetlimisssss"lerdi onlar bizim.mermer taşı aldın mı eline,savurdun mu çizgiye doğru,çıkardıysan bi tane düzgünlerinden senden zengini ve şanslısı yoktu o an.

Ha son olarak da incecik tüpler içinde kırmızı-sarı-kırmızı sıralamasıyla iştah kabartan tozlar vardı.sanırım içindeki oralet tozu gibi birşeydi.hafif ekşi ama daha çok şekerli ve tatlı bir tadı vardı.o kadar ince bir plastik tüp içine koyuyorlardı ki kafanı kaldırıp ağzına dikerken dilin değince,ıslanır ve çıkmaz olurdu.ağzını bıçak ya da makasla kesmen gerekirdi ki devam edebilesin.

Büyüdükçe tabi bunlar da hem unutulup hem de daha büyük problemlerle boğuşmaya başlıyor ya insan,hayat işte o zaman çekilmez hale gelip monotonlaşıyor galiba.geçmiş ondan tatlı geliyor belki de dimağlarımıza.

24 Mart 2010 Çarşamba

ilk ege denemesi

Bogün höle bi ege ağzıynan gonuşasım geedi.nidendir bilmeyom gari ama hoşuma da gidiyo bu:)zaten bön ömürceezimden ömür gidivedi.istanbolun yollaanda resmen o'dan oreye süründüm emme pek de eylenivedim.ing'evela metrobüs mü ney'imiş bir araç var imiş,unlan Söğütlüçeşme'ye sonralak da Kartal'a geçdiydim.gitçeem yer uzakcanaydı ama ben de seyride seyride giddim.muhteşem bi boğaz manzırısından beg bi keyif aldım.en gısa zamanda da hazır erguvanlaada(bizim orda geçi gevişi dirlerdi hu ne ya burda ismi erguvan imiş) açılıp saçılmışkene göze bi boğaz sefasına çıkmee garar vedim.
Nese fazla uzattım;İcra dayiresine gidip varıdım.Bi de ni gören?Ey Guca Rabbııııım, didim heralda enki adam öldü de gömmee unudmuşla.evelce böle göze göze hanımları, beyleri görüdüm de kendimce -Rabbım'ın gücüne gitmesing emme-ey Allahım bizi ne deyi yarattın der idim:)ama sonadan fikrimi deniştirdim ki ne deniştirmek.tam zıttı istikamete...öle çirkin öle meymenetsiz bi herif imiş ki olmaz hu derece hanı.huycak da pek gudubet bi herif imiş ki sonradan anladım.milletin dosyasında eksik,mahana bulunca kafasına atıyo "ben bunları imzalemecem.va' tamamlamadan getime bene gari" deyo.

Allah'ıma bin şükür ossun benim dosyama mahana bulmadı de benim işim çabuk bitti hu adamnan.ben de rahadınan bi nefes aldım.yarın gine gööcem aynı herifi emme bu sefe işim yok gibi.eskile dirledi ingsanın içi dışına dışına yangsırmış deyi.hakkaten de hu ganıtı oluvedi.ne diyen ben gari;Allah ıslah etsin de ingsanlıı hizmet etmening Hakka hizmet olduunu anglayıvesin.

İresim de alakesiz olmuş emme yüzüngüzü güldürsüng deyi goydum.

19 Mart 2010 Cuma

bırak da yaşayayım


Bazen neden bişeyi kabullenmez büyükler.sırf biz söyledik diye daha dünkü b.k muamelesi görmek sinir bozucu.illa ki kendi nefislerini tatmin etmek için biz çocuklarına yaptırdıkları şeylerin bazen hayatımızı zehir ettiğini farketmezler mi,yoksa işlerine farketmemek mi uygun düşer?ya da kendi yaşamak istedikleri hayatları bize zorla mı yaşatmaya çalışırlar,bizim kendi hayatımıza rağmen?bazı arkadaşlarım bu kadar hayatına müdahale ettirme diyorlar.haklılar da belki ama bunu onlara, onları kırmadan nasıl yapacağımı bilmiyorum.bişey söyleyip kırmak hiç hoş olmayacak ama söyleyince de kaçınılmaz netice olarak bu sonuç ortaya çıkacak.söylemeyince de onların hep küçük çocukları olmaya devam edeceksin, büyüdüğünü hiç farketmeyecek ve sürekli müdahil olacak, bazen sıkacaklar da...

14 Mart 2010 Pazar

ne var

Bir blogta kariyerden işten bahsetmediğinden bahsetmişler.(http://www.amsterdamdankartpostallar.com/2010/03/kariyerimden-prangalar-eskittim.html).ben de okulla alakalı hiç yazmıyorum,kariyerim olmasa da neyim eksik dedim:))belki de sebebi çok sıkıcı birbirinden kıl proflar onlardan gıcık konular.muhtemelen okul bittikten sonrada mesleğim itibariyle onlardan mükemmel olmayan sahnelerle karşılaşacağım.geçen bi tapu dairesine gittim adamların resmen yüzünden düşen bin parça.sadece birinin ikisinin olsa tamam diyeceğim de hepsi öyle.niye bu kadar mutsuz bu insanlar diye bir soru sormaya korkuyorum çünkü bin ah işitmek işten bile değil.herkes mi suratsız herkes mi umutsuz..biz onların oldukları yerde olmak için resmen bi taraflarımızı yırtarken onlar neden bu kadar gayrimemnun.madem bu kadar memnun değilsiniz yerinize girmek isteyen o kadar insana istifa edin bi zahmet de yer açılsın.bakalım biraz da onlar denesinler.belki onlar farklı olurlar.ama işte insan:
"ECCE HOMO"


10 Mart 2010 Çarşamba

eksik bişey


Varm'ola ki acep şöyle kendimden bile kaçabileceğim bir yer?zira kendi kendime katlanamıyorum.devamlı stres, devamlı paranoyakça ve sonu gelmez bir ses...içim içimi yiyor her seferinde.yok millet ne der,yok onaylarlar mı,yok kırılırlar mı?kendimi bile tanımazken onların elbette ki beni tanımasını ve anlamasını bekleyemem ama bu kadarda gelmeyin canım üstüme.var bişeyler ya eksik ya yanlış ama kimden kaynaklanıyor bilmiyorum.belki de kendimden..

2 Mart 2010 Salı

köy gibi

Köyümün mor sümbüllü dağlarında gördüm ben aşkı.gerdeğe girmemiş,duvağı açılmamış taze bir gelin gibi sarmış dağ başlarında sis'i sevdim."Yolcuyu yolundan eyleyen dilber" türküleriyle dolu kulaklarım.buz gibi toprak testilerden su içtim,derin derelerden geçtim.türkü yaktım;
bağrı yanık anaların yaktığı türküleri dinledim.
İnsanlığı nenemin kalay kaplı tenceresinden içtim.dedemin nasır tutmuş ama helal lokma getirmiş ellerinden kaptım nasibimi.kimselere muhtaç olmadan yaşamayı ar bildim; gizlice, kimselere göstermeden aç olan komşumun evine bir tas aş götürmeyi en büyük erdem saydım.
Sevdim taşını toprağını,altın saydım her bağını.anamın yaşmağını;kokladım da doymadım.

23 Şubat 2010 Salı

Son günlerimin tadını çıkarıyorum galiba..Lanet devlet dairelerindeki bir kaç işimi hallettikten sonra çalışmaya başlayacak gibi görünüyorum.okul bitmeyince yapacak başka da bişey kalmıyor geriye.belki çok eğlenirim diye polyanna ayaklarına yatmak isterdim ama havamda değilim.havamda değilsem suyumda da olmayabilirim.Saçmalamam geldi yine.ama saç-malanmaz taranırdı hani:))
neyse çok iğrenç oldu..boşluktan bu hallere düştüm anlaşılan..

21 Şubat 2010 Pazar

korkak seni

Bazen hayatımda ne varsa her şeyi silip yeni baştan bir hayat kurasım geliyor.
taaa en başından başlamak.ama sonra düşünüyorum aynı şeyleri tekrar yaşayabilir miyim!korkuyorum haliyle...

Benim umursadığım,değer verdiğim insanların beni,benim onları umursadığımın yarısı kadar bile umursamadıklarını ve değer vermediklerini görünce bu isteğim daha da fazla artıyor.ama yemiyor tabi!sonrasında tamamen yapayalnız kalakalmak da var işin ucunda.korkuyorum haliyle...

Sonra,bir işi elime gözüme bulaştırmakta üstüme yoktur.ne zaman birine yakınlaşmaya çalışsam olay hemen "kanka,dost,kardeş" ayağına döner ki bu durumdan artık iyice tiksinmeye başladım.bu nedenle ben de artık kimseden hoşlanmıyorum. dizginliyorum kendimi.dizginlemezsem bu durum beni hem incitiyor hem de sinirlendiriyor çünkü.ama sonumu düşününce korkuyorum haliyle...

Ben de kafesli bir pencere arkasından izliyorum hayatı.korkunun ecele faydası yok biliyorum ama eceli de ertelemesi pek muhtemel gibi geliyor.velhasıl;

KORKAK adamın biriyim ben korkak!!!



17 Şubat 2010 Çarşamba

aşk şarkısı


Bir sen,bir ben,
Sevgilim
Bir de bu bahar.
Neyleyim sen güzelsin
Ben de gençlik var.
Ölüm gibi mukadder bir yol ki bu aşk
ucu ta Leyla ile Mecnun'a çıkar
Cahit Sıtkı Tarancı

4 Şubat 2010 Perşembe

rüyalar

Dün gece bir rüya gördüm..çok garip bir rüyaydı.bilinçaltımı ben bile çözemedim bu rüyaya dayanarak.testere-vari bir biçimde karnı deşilmiş ama hayatta olan bir kadını kurtarmaya çalışıyordum.kadın epey kilolu ve ben zayıf bir insanım:)ama herkül olup kurtarmaya çalışırken birden başka rüyaya girdim.onu da hatırlamıyorum maalesef:)
Rüya görmek peygamberliğin on cüz'ünden bir cüzmüş. dolayısıyla gerçek çıkma ihtimali de var.gerçi böyle bir rüyanın gerçek olmasını asla istemem..ama güzel rüyalar olabildiği gibi kabuslar da mümkün.benimkiler daha çok heyecan ve macera dolu oluyor.lisedeyken annem kahvaltı hazırlayıp önüme koyduğunda birbirimize gördüğümüz rüyaları anlatırdık.annem de çok fazla görüyor.o kadar fazla rüya görüyor ve hatırlıyorum ki bir çoğunu,anlatsam binbir gece masallarına taş çıkartırım:)

mesela bir keresinde yüzüklerin efendisi ekibindeki kişilerin bizim evin yakınındaki köşem markete gelip sahne kurduklarını görmüştüm.ve ben fellik fellik oyuncuları arıyordum.özellikle de arwen'i tabi:))(acayip bir hayal gücüm var anlaşılan.alakaya bak:)) başka bi tanesinde suyun üstünde yürüdüğümü görmüştüm ama çok eğlenceli oluyor.başta biraz batacağım diye korkmuştum ama sonra acayip hoşuma gitmişti.bi keresinde de uçtuğumu görmüştüm,hatta sadece bi kere değil bir kaç kere görmüştüm.süzülerek, hiç bir araçtan yardım almadan sırf kendi güç ve kudretinle uçabilmek acayip bi duygu..kesinlikle yaşanılası bir tecrübe.:)

En hoşuma gitmeyen durum ise peşimde biri ya da birşey mesela bir yaratık varken bacaklarımın beni yüzüstü bırakması.
ne oluyor anlamıyorum ama ben koşmaya çalıştıkça bir türlü hızlanamıyorum.nefesim kesiliyor,göğsüm daralıyor ama bir türlü yol alamıyorum. peşimdeki yakalayacak diye sabah yorgun argın uyanıyorum:)
Benim yükseklik korkum var.belki herkeste oluyordur bilemem ama uçurumdan düştüğümde yüreğim sanki ağzıma geliverecekmiş gibi hissediyorum.bu duruma alıştım sanırım biraz.atlarken "bana bişey olmayacak,hiç canım yanmayacak, incinmeyeceğim de..atla atla" diyorum kendime ama gene de bu heyecanı atlatamıyorum.
Seneler önce gördüğüm aynı rüyayı tekrar gördüğüm olur.
ya da rüyanın yarısını görüp uyandıktan sonra tekrar uyuduğumda kaldığı yerden devam ettiği olur...olur da olur kısaca..:)
seviyorum ama rüya görmeyi, eğlenceli oluyor baya..tabi kabus olmadığı müddetçe.son zamanlarda pek öyle eğlenceli şeyler göremiyorum, gittikçe kötüleşiyor rüyalarım.görünmez korkularım gün yüzüne çıkıyor galiba.ama eskisi gibi yine güzel ve atraksiyonlu rüyalar görmek istiyorum:)

31 Ocak 2010 Pazar

ateş

Çok uzun zaman önce dip komşumuzun evi yanmıştı.ben de daha çocuğum o zamanlar,küçücüğüm.benim yaşımda bir arkadaş edinmiştim onlar oraya taşındığında.daha yeni de satın almışlardı evi.öyle zengin kimseler olmadıkları için borç-dert başlarını sokacak bir evleri olsun istemişlerdi her insan gibi.
ama evi alalı daha henüz 6, belki 7 ay olmuştu ki tüm o umutları söndüren bir ateş parlayıvermişti.nereden çıkmıştı,nasıl o kadar hızlı yayılmıştı kimse anlayamamıştı.evde otururken A. teyzenin çığlıklarıyla irkildik:
-Koşun komşular, yetişin.evim yanıyor,ciğerim yanıyor diye bağırıyordu."Yok mu kimsede itfaiyenin numarası" diye can havliyle o kapıdan bu kapıya koşuşturmaktayken bizimkini de çaldı.babam zaten farkettiğinde yangını,hemen çevirmişti numarayı.ama ev eski yapı olduğu,çatıdaki kalaslar hem kuru hem de çırağılı olduğu için çoktan cayır cayır yanmaya başlamıştı. arkadaşımın ve ablasının çığlıklarını kim duymak isteyebilirdi ki? babası soğukkanlılıkla başlarda söndürmeye çalışmıştı ama yangın çoktan gem'i azıya almış deli dalgalar gibi rüzgarın da etkisiyle bir oraya bir buraya saldırıyordu.o nasıl bir geceydi,empati yapmaya çalıştığımı hatırlıyorum.itfaiyenin iç yakan sireni duyulmuştu ama geriye pek de kurtarılacak birşey kalmamıştı.ev zaten tamamen küle dönmüştü.

Bir akrabalarına gitmişler,sonradan öğrendik.sabah köydeki akrabalarına haber vermişler.erkenden geldiler yanıp,kuru bir ağaç gibi çırılçıplak kalakalmış evlerine.ben de izliyorum bütün olan ve olacakları.bütün aile neredeyse uykusuz bir geceden sonra yarı ölü bir vaziyette gelmişler.baba hala dik ve hala mağrur; bir direk gibi her şeyi göğüslemiş.ona hayranlıkla bakalmıştım.böyle bir olay karşısındaki göstermiş olduğu metanet gerçekten takdire şayandı doğrusu..

Arkadaşıma neler oldu dün akşam diye sormaya cesaret edebilmiştim."Valla bilmiyorum evde oturuyorduk.rüzgar çoktu biliyorsun. rüzgar sesine benzer bir uğultu duyup dışarı baktık ki bizim evin çatısı tutuşmuş.biraz söndürmeye çalıştıysak da faydası olmadı."dedi."sonrasında ise herşey bir sis ve bulanık bir hikaye benim için"
Anneannesi geldi.epey de osmanlı kadını gibi görünen bu kocaman çınar gibi kadın arkadaşımı yani torununu öyle bir şefkatle bağrına bastı ve sımsıkı bir biçimde sardı ki herkes bu manzara karşısında ağlamamak için zor tuttu kendini.
incecik bir ses duyuldu:
-Ahhhhhh oğlum ahhhh!size ne oldu böyle?kendinize birşey olmadı ya şükür diyordu yaşını almış bu kadın ve incecikten yaşlar döküyordu evlatlarının,ciğerparelerinin bu haline.ne hazin bir sahneydi Allah'ım...

En çok üzüldükleri olay ise evlerinde besledikleri bir muhabbet kuşları varmış,onu kurtaramamışlar o telaş içerisinde.o küçücük dilsiz ve biçare hayvan azgın alevler içerisinde kalmış.arkadaşım annesine "anne içeri girip alayım mı?"diye sorduğunu hatırlıyor.annesi tabi ki "olmaz oğlum,alevler çok büyüdü"demiş.sonrasında ise annesi sinir krizi geçirmiş.ertesi günü kuşun yanık cesedini birlikte bulduk.zavallı hayvan kömür kesilmiş.öyle bir durum karşısında metanet ne kadar büyük bir erdemmiş anlamış oldum.kendilerinde birşey olmadığı için binlerce kez şükrettiler.giyecek ve kullanacak hiçbir şeyleri kalmamış olmasına ve üstlerindeki pijamalarla kalakalmış olmalarına rağmen yine de şükredebilmek...başka komşulara zarar vermedikleri için de mutluydular."ya komşulardan herhangi birisinin evine de birşey olsaydı ne yapardık o zaman?sadece kendi malımıza geldi.varsın o olsun;canımızda birşey yok ya" diyorlardı.

Sonrasında onları zorlu bir süreç bekliyordu.evin kalıntılarını temizleyip yanık duvarlarını yıktılar.köylerinden bir inşaat ustası buldular.çünkü usta hem işe erken başlayıp geç bırakacak hem de para konusunda onları sıkıştırmayacaktı.başka işçi tutacak paraları bile olmadığı için babası dükkanı arkadaşıma bırakıyor,annesi ve kendisi işçilik yapıyordu.arkadaşımın yaşı da henüz büyük olmadığından o dükkanı idare edemiyor;dükkan ile ev yakın olduğu için babasına iş geldiğinde haber veriyordu.ablası ise yemek pişiriyor,çay demliyor, evin işlerini görüyordu.melek yüzlü A.teyze hep kocasının yanında yer alıyor bir gün bile "öfff yeter artık bıktım bey" demiyordu.katlanılması en büyük felaketlere göğüs geriyor ve şafağın yakın olduğunu biliyor gibi görünüyordu.arkadaşım ise çoğu zaman dükkanda durmaktan dert yanıyordu.ben de onu dinliyordum birşey demiyordum gerçi o zamanlar.ama seneler geçtikçe durumu anlayacağını biliyordum.

Ve seneler çabuk akıp geçti.onlar bütün bu sıkıntıları atlattılar,sıfırdan başlayıp yeni bir yuva kurdular kendilerine.
şimdi bu sıkıntıların hamur gibi yoğurduğu aileye bakıp imreniyorum.çünkü bu felaket ve daha nicelerini kayalara çarpan deli dalgalar gibi karşılamışlar;bu durum onların aralarındaki bağı ve sevgiyi kırmak yerine daha da perçinlemişti.şimdi durumları tanrıya şükür iyi.ve ben hala o arkadaşa sahip olduğum için kendimi mutlu sayıyorum.

Tanrıya dua ediyorum ki bana da her zaman bu şekilde destek olup kara günde de yanımda olabilecek kimselerle birlikte yaşamımı sürdürmeyi nasip etsin.ama böyle bireyler bulmak sanırım artık samanlıkta iğne bulabilmekten bile zor görünüyor.

29 Ocak 2010 Cuma

ölümün şiiri

Sana şiir yazdım ölüm
nefes zulüm,yaşam zulüm

ağıtlar dökülürken gözlerimden
Ey dost!sen tut;sen tut ellerimden.

Şiirler söylerken en yanık perdeden
ebabiller insin teker teker göklerden

lanetlesinler tüm dünyayı
yaksınlar tüm asyayı

Kalmasın bir yaş, yere düşmedik
solsun, bir bir çiçekler

Ağlasın ormanlar,çağlasın ırmaklar
dağlasın yürekleri ateşler..

sana şiir yazdım ölüm
sonu zulüm, başı zulüm




25 Ocak 2010 Pazartesi

kaaaarrrrrrr



Şu kar ne büyük bir güzellikmiş yahu!!en kazulet suretli herifleri bile sokakta çocuklarla birbirine kartopu atarken görmek gerçekten çok güzel...hele kar yağarken içim içime sığmaz, bir çocuk gibi pamuktan o tünelin içine girip kayboluveresim gelir.
Ben gibi ömr-ü hayatı içinde doğru düzgün kar görmemiş bir insan ne demek istediğimi gayet iyi anlayacaktır aslında.on iki yıllık öğrencilik hayatım içerisinde(üniversiteyi saymıyorum) sadece bir gün kar tatili yaptım.o da kar'ın çok yağmasından değil,sadece yerlerin buza çekmesinden dolayı; her yer buz pistine dönmüştü de ondan.hatırlıyorum da o gün öğrencileri hocalar zaptedememiş bütün okul taifesi kendisini bahçeye atıp kartopu oynamaya başlamıştı.beni de arkadaşımın biri koştururken ayağım kaydı da az kalsın çömleği kırıyordum:)

Geçen gün yağan kar'ı görünce bütün ev arkadaşlarımın ve benim içimiz kıpır kıpır oldu.camdan sürekli dışarı baktı herkes.tabi akşama doğru daha fazla dayanamayıp attık kendimizi dışarıya.mahalledeki çocuklarla birlikte bir kartopu oynamışız ki; of ki ne off:))üşümüş ellerle ve yorulmuş vaziyette eve geldik sonrasında.şimdi de büyük bir umutla acaba tatil olur da sınavlar ertelenir mi diye bekliyorum.zira bir kaç gün fazla çalışma şansım olacak.birinci sınıftayken de çok kar yağmış ve epey uzun bir tatil olmuştu.o zaman memlekete gidemedik diye ne kadar kızdığımı hatırlıyorum da yaşlanıyorum galiba demekten kendimi alamıyorum:))ya da hayat şartları mı buna zorluyor demeliyim?:)
kış ayının kendine has özellikleri de yok değildir hani,her ne kadar ben aşırı üşüyen bir insan olarak çok sevmesem de..
hiç ısınmaz elim ayağım kışın,buz gibidir devamlı.ama sobalı evde yaşamak kışı hissetmek açısından daha önemli.eğer soba varsa sabahları nar gibi kızarmış, margarin ya da tereyağlı ekmek tadından yenmez.akşamları koyu sohbetle birlikte kestaneyi ise hiç söylememe bile gerek yok:)dışardan gelen herkesin "uvvvvvv!!" titreyişleri altında sobanın başına geçmesi görülmeye değer herhalde:)eğer bütün gün soğukta kalmışsanız ve akşam soba da büyük bir iştahla yanıyorsa, yanaklarınız elma elma kızarır, sizi de bir mayhoşluk ve sarhoşlukla birlikte günün yorgunluğu alır da uzun kış gecesinde kısa şekerlemelerin kıymetini yaşamayandan başka kimseler bilmez:)

Bu kadar kış tasvirinden ve güzelliğinden sonra oynamadıysanız hemen alın atkıyı-bereyi,atın kendinizi bence dışarı.içinizdeki çocuk tamamen özgür kalsın.varsın istediği gibi davransın:)