29 Nisan 2010 Perşembe
yeni yetmenin feryadı
Yok efendim bizim patron hanım kızımız kendisinin gençliği yıllarında bütün dosyaların hepsini bilirmiş de, benim dosyayı bir yığın dosya içinden hatırlayamamam işimi önemsemediğimden kaynaklanıyormuş da, sekreter kızcağızımız bir doktora gidecek olduğunda izin vermişmiş de,... diye uzanan feryat figanlarla yıkanıp ve bilimum fırçalarla temizlendikten sonra içimden yaşlı babaannem gibi söylene söylene, homurdana homurdana bürodaki odama geçtim. Kendimce haklıydım, işe gireli daha bir ay olmuşken, müvekkilleri daha yeni yeni ayırdederken nerdeeee ki bileyim ben dosya numarasını! Oldum olası rakamlarla arası da iyi olmamış, kendi cep telefonu numarasını bile rehberine kaydeden birinden söz ediyoruz bir de... Hele hele ki işin en zor kısmı olan acemiliği bile yeni yeni atlatmaya çalışırken taze caanım gülü dalından koparmak, yeni palazlanmaya çalışan güvercinceğizi yuvadan hadi uç diye atmak reva mıdır analar, bacılar, yağlanıp güreş tutan dayılar...?
Zaten tüm bu fırçalardan sonra da bütün aksilikler ve terslikler üstüste geldi.
İleri de memur olmayı düşleyen her genç erkek gibi, rüyalarında beyaz takım elbiselerle bir devlet dairesi ile muradına ermek isteyen ve kerevetine çıkmak isteyenlerden oluşan da bir çevresi olan naçizane bendeniz, memur taifesinden pek bir dertliyim efenim. Sormayın; zat-ı alileri pek bir hatırnaz sayılmazlar. Tamam hakları var sürekli dur'dan anlamaz "Hu dedikçe yulafa giden kimseler"le dolu bir gün geçirsem takdir ederim ki ve siz de ediniz ki anlayışlı olmam pek bir mümkün olmayabilirdi. Ama iki gözüm, doğru sözlüm, perçemi pullum! Şu sessizce işini görüp hemencecik kaçacak ve kimselere baş belası olmayacak olan beni ne demeye geri gönderirsin de yüzümü kara, boynumu bükük, geleceğimi umutsuz, geçmişini sövülmüş eylersin; Ehl-i insaf yok mudur diye feryat yaktırır, zılgıtlar çektirirsin.
İğrenç bir gündü hasılı kelam.Neyse ki bitti de kabustan uyanır gibi olup kendimi eve zor attım. Hayırlısı ya bakalım yarın da haciz var, daha neler göreceğiz.
Aman efenim aman! Bari sizin gününüz güzel geçmiştir. Sinirsiz geceler efenim.
23 Nisan 2010 Cuma
dua

Biliyorum ki zorluklarla denemek ve sınamak için gönderdin.
Ve yine biliyorum ki kuluna kaldıramayacağından fazla yük yüklemezsin.
Dilim dese de bunları gönlüm kabullenemiyor bi türlü.
Sen kabullenmeme yardım et.
Doğru yolundan saptım, her yeni gün daha da battım günaha.
Nefsim her geçen gün güçleniyor.
Tövbelerimin süresi her geçen gün uzuyor.
Elim, dilim, gözüm, kulağım her türlü günahı işledi de meşrulaştırıyor
Titreyen gönlüm tiremez oldu artık;
Bir an mahzun sonra hemen kaybolup gidiyor şirretlik içinde.
Yaşlanmaz oldu, kurudu gözlerim.
Merak ediyorum ne kadar Habibi'ni mahzun ettim diye.
O'na(sav) layık bir ümmet hiç bir zaman olamadım.
Ya O da mübarek Sırtını çevirirse bana...
"Sen gittikten sonra bunlar ne haltlar karıştırdılar Ey Muhammet bir bilsen!"
sözü benim için söylenmişse şayet...
Kime gideyim o zaman ben Ey Allah'ım?!!!
Kimin kapısını çalayım?
Sen'in buğzettiğine kim lutfetsin Ey Rahman?!
"Sür'ün şimdi yüzüstü cehenneme,gidilecek ne kötü yerdir orası"
dendiğinde saçlarımı kimler yolsun, kimler ağıt yaksın o gün bana?
Ama biliyorum ki Sen En Merhametli'sin.
En Bağışlayan'sın.Affetmeyi de seversin.
BİZİ DE AFFET!!!
22 Nisan 2010 Perşembe
120
12 Nisan 2010 Pazartesi
bir nefes hikaye (devam)

Bir hayalden uyanmış gibiydi.
7 Nisan 2010 Çarşamba
bi nefes hikaye
Aylardan Ağustos.sıcak mı sıcak bir gün.rüzgarın boğazına gümüş bir bıçak dayamışlar gibi gıkı çıkmıyor.tüm hıncıyla ve gareziyle gürleyen güneş gitmiş, savaştan yorulmuş bedeniyle yatağına usulca sokulmuştu.dolayısıyla da günün tüm harareti dinmiş ve bir tek ağustos böceklerinin cırıltıları geceye eşlik ediyordu.bir de uzaklardan rızkı için didinen baykuşların ayak sesleri...
Ve ben vardım.uyuyamamıştım,kendimi dinliyordum sessizce.bazen iyi geliyordu da bazen nedense içimi acıtıyordu bu.yine içimin acıdığı zamanlardan birindeydi.sıkıntılı bir yürekle kaldırdım başımı göğe ve sıcaklığın vermiş olduğu baygınlıktan sonra serinliği dinledim.gözlerimi kapamıştım,sanki kaparsam her şeyden uzaklaşacaktım.dinledim,dinledim,dinledim dakikalarca sessizliği ve kainatın sessiz çığlığını.o da ben gibi susuyordu avazı çıktığı kadar.aniden izleniyormuşum hissine kapıldım.gözlerimi açtığım tam o sırada gökyüzünde ayla gözgöze geldik.önce haşin sonra merhamet dolu gözlerle baktı.anlamıştım beni sevmişti.belki de gözlerimden kalbimi okumuştu.sessizliği gene onun esrik sesi bozdu:
-Nasılsın çocuk?Hayrola bu saatte ne gezmekte; neyin peşini sürmedesin? dedi. sevmezdim öyle yabancılarla sohbet etmeyi.neyim olurdu ki onlarla konuşacak?hem annem sıkı sıkı tembihlemişti.büyümüş olsam da hala annemin öğütlerini tutardım.ses etmedim ama beni konuşturmasını biliyordu:
-Sana bir hikaye anlatacağım, dedi.Ama aramızda kalacak.kimselere duyduğunu söylemeyeceksin."tamam." anlamında merakla ve kocaman açılmış gözlerle kafamı salladım.hala temkinli yaklaşıyordum.
-Yıllar yıllar öncesinde Güneş ve ben iki sevgili idik.ne dünya ne de içindekiler böyle bir sevgi görmemiştir bugüne dek.ben onu sevdikçe o aşkımın ateşinden yanıyor bense onun ışığının parlaklığıyla aydınlanıyor,her gün biraz daha fazla yansıtıyordum onu ve dillere destan güzelliğini.ben güneşe hayran,ona meftun,ona tutuklu...gözüm ondan başkasını görmüyordu.her sabah birlikte doğuyorduk dünya üzerine ve dünya üzerindekilere.akşam yine sessizce beraber çekiliyorduk.Ademoğlundan birisi demiş ya "aşk köpeği bile kafiyeyle havlatır" diye,işte her şey öyle şiirseldi.
Devamı gelecek...
4 Nisan 2010 Pazar
bahar

Bahar gelmiştir benim memleketimin dağlarına şimdi.sümbülü,lalesi,gelinciği, papatyası,kırmızı kırmızı kirazı,bembeyaz gelin eriği,turuncuya çalan kayısısı serpilmiştir her yana.ferahlık verir insanın içine,dinginlik verir insan ruhuna.tarlaların kimi asil ve burnu havada mordur;kimi yangın yeri kırmızıdır;kimi ise can ve göz alıcı sarıdır.
Bi memleket havası çekmem gerek galiba tez zamanda:)özledim anlaşılan.bugünlerde fazla duygusal mı davranır oldum ne!!!ama en güzel mevsimlerinden birini yaşıyor şu an.bense istanbulun bu kalabalığında boğulmuşum gibi geliyor.tamam lale mevsimi İstanbul da güzeldir ama benim memleket havasını vermez hiç bir zaman.
en kısa zamanda ben bi kaçamak yapayım en güzeli.hem annecağızımın enfes yemeklerini de özler bu mide.kaç zamandır aynı ve klasik öğrenci yemeklerinden bi nefes alması lazım.ee boşuna atalar dememiş; erkeğin kalbine giden yol midesinden geçer:)gerçi kendisine iyi bakan bi insan olarak bu kadar zayıf olmam da soru işaretleri bırakıyor kafamda.bu yediklerime ne oluyor?
Konu nerden nereye geldi farkettim.neyse burda noktalayayım bari daha fazla saçmalamadan:)
3 Nisan 2010 Cumartesi
Şems ve Kerra

Bir Allah bilir ne konuştuklarını.geçen gün helva ikram etmek için yanlarına gittiğimde öyle ateşli konuşuyorlardı ki beni fark etmediler bile.ben ortalıktayken Şems genellikle birşey söylemez,varlığım onu mutlak suskunlağa itermiş gibi.ister muhteşem bir ziyafet hazırkayayım,ister kuru ekmek ikram edeyim,hep aynı ifadeyle teşekkür eder.zaten hep az yer,dişinin kovuğunu dolduracak kadar.ama gel gör ki bu sefer tabaktaki helvanın tadına bakmasıyla gözlerinin parlaması bir oldu.
"Helva ne kadar lezzetliymiş Kerra,ellerine sağlık.nasıl pişirdin?" dedi Şems.
O an bana ne oldu bilmiyorum.iltifatına sevineceğim yerde hiddetlendim."ne demeye soruyorsun?anlatsam bile aynısını yapamazsın ki!"
Şems dediklerime hak vermiş gibi hafifçe başını salladı.birşey söylemesini hatta terslemesini bekledim ama yapmadı,öylece durdu.
Bir süre sonra odadan çıktım ve onları başbaşa bıraktım.doğrusu bu hadiseyi tamamen unutmuştum.ama bu sabah öyle birşey oldu ki herşeyi yeni baştan hatırladım.
Ocak başında yayıkta yağ yapıyordum ki avludan garip sesler duydum.dışarı koşunca tuhaf bir manzaraya şahit oldum.her yanda kitaplar vardı;kuleler halinde üstüste dizilmiş,ha devrildi ha devrilecek, yüzlerce kitap ve el yazması saçılmıştı ortalığa,bir o kadarı da şadırvana atılmıştı.mürekkepleri çözüldüğünden şadırvandaki su maviye çalmaya başlamıştı.
Şems gözlerimin önündeki kitap yığınından bir kitap çekti.şöyle bir karıştırdı ve pat diye suya attı.baktım Divanü'l Mutannabi.kitap su yüzüne çıkar çıkmaz bir başkasına uzandı.bu kez sırada Feridüddin Attar'ın Esrarnamesi vardı.
Dehşete düşmüştüm.kocamın en sevdiği kitapları tek tek mahvediyordu.sırada Rumi'nin babasıdan kalma Kamusul-A'lam'ı vardı.Rumi'nin babasına hayranlığı, bu eski el yazmasına olan düşkünlüğünü bildiğimden hemen dönüp kocama baktım.
ne var ki Rumi yana çekilmiş kıpırtısız duruyordu.beti benzi atmış olsa da,elleri titrese de ses çıkarmıyordu.aklım almadı.vaktiyle sırf kitaplarının tozunu aldım diye beni azarlayan adam gitmiş,onun yerine, tüm kütüphanesini mahveden deliyi kenardan izleyen biri gelmişti.ağzını açıp tek kelime etmiyordu!hiç adil değildi.madem Rumi karışmayacaktı bu işe,ben karışacaktım.
"Ne yapıyorsun?"diye bağırdım Şems'e."bu kitaplar son derece kıymetlidirne diye onları suya atarsın?sen aklını mı yitirdin?"
Şems bana yanıt vermedi,başını Rumi'ye çevirdi."Sen de mi böyle düşünürsün?" diye sordu.Rumş dudaklarını büzdü,belli belirsiz gülümsedi ama susmaya devam etti.
"Neden bir şey yapmıyorsun?"diye bağırdım kocama.Rumi bunun üzerine yanıma varıp sıkı sıkıya elimi tuttu.
"Sakin ol Kerra,lütfen.Şems'e itimadım tam.böyle davranmasının elbette bir sebebi vardır."
Şems omzunun üstünden bana şöyle bir baktı.rahattı,belli ki kendine inancı tamdı.cübbesinin yenini sıvadı,kollarını suya daldırdı ve başladı tek tek şadırvandaki kitapları çıkarmaya.hayretten küçük dilimi yuttum,zira sudan çektiği her kitap kupkuruydu.
"Sihir mi bu kara büyü mü?nasıl yaptın?" diye sordum.işte o zaman Şems gayet sakin bana baktı ve şöyle dedi:"Ne demeye soruyorsun?anlatsam bile aynısını yapamazsın ki!"
Öfkeden zangır zanfır titreyerek onları avluda bıraktım,koşa koşa mutfağa döndüm.artık tek sığınağımdı mutfak.ve orada onlarca tencere,tava,yığınla ot ve baharat ortasında yere çöküp ağladım,ağladım.
NOT:Kerra:Mevlana'nın ilk hanımı öldüğü için evlendiği ikinci eşi imiş.
(Elif Şafak "Aşk" syf:252,253,254)